Zaman; Ağustos
Zaman Ağustos’a gelince, yüreğim hep daha bir darlanır. Daha endişeli, üzgün, ve telaşlı bir acziyet, belki doğru tarifi.
Benim için; “biz insanoğlunun” zamandan ve mekandan bağımsız, ne kadar hadsiz olduğumuzu gözler önüne serer. Hem de en can acıtan cinsinden. (Örnek; Limit Aşım Günü)
Bir cevap hakkım olsa. Mesela deseler ki bana “her ayın bir başka ağırlığı var.” Örneğin ocak umudun ayıdır mesela. Şubat sevgiliye, mart kadına, mayıs anneye, haziran babaya daha çok anlam verilir. Nisan çocuklarındır ayrıca. İşte Ağustos da bence doğanın sesini duyurmaya çalıştığı aydır. Unuttuğumuzu, önemsemediğimizi, değersizleştirdiğimizi haykırır…
Bilenler Bilir
Yapmayın yeter derken az da olsa gelmişti satıra.. “Susarak atılan çığlıklarımı, kalbim düşünmeye korkuyor..”
Az da olsa Seferihisar depreminde biraz biraz bahsetmiştim ucundan köşesinden.
1999 yılından bu yana o kadar zaman geçmesine rağmen gönlümden geçenler bir türlü istediğim gibi gelmiyor kalemime..
İşte yine bir ağustos zamanı. Önce kaleme gelmeye karar verdi mi diye bir iki hafta bekledim. Sonrasında başladım. Anlatacaktım. Olduğu gibi 16 Ağustos tarihinden başlayıp 12 Kasım Düzce depremine kadar an be an zihnimden hiç bir zaman silinmeyen, yüreğime mıh gibi çakılıp kalmış “an” ları yazacaktım.
Yapamadım.. Yüreğime sığmayanları bir kaç satıra sığdıramadım. Karar verdim ki o “kalacakları” birkaç sayfada anlatabilmenin mümkünatı yok. Hadi kitaba niyet diye.. Kalbimin bekleyenler köşesine kaldırdım..
Ayların karası Ağustos. Ağustos’un karası 99’un 17’si
Nefes alıyorum. Bir gayret. Bir avazda dökülüverse işte.
Sonra; üç gün önce kuvvetli ellerinden tokalaştığım o canım …… Elini mezara koymadan önceki hali geliyor gözümün önüne. Elini gördükten sonra, kıyıp da son bir defa yüzüne bakamadığım.
Elim kilitleniyor.
Sonra diyorum hadi bir daha, Onlar için. Sonra minicik Gökçe bebeğin beşiğini, başından çıkartmaya çalışırken; öyle kolundaki “cicisini” çok sevdiği için çıkartmayalım diye ikna etmeye çalıştığım anlar geliyor gözümün önüne. Elimde dağılmış minik bedeninin parçaları..
Yok yapamıyorum..
En doğal afet insan!
İnsan insana, insan doğaya, hayvana saygı duymayan bir mahlukat olmuş. Belki her zaman öyleydi. Ben görmüyordum. Ya da şöyle demek daha doğru. Her insanın içinde her türlü potansiyel var. Örneğin erdem de var, zalim olmak da. Herkes iyi, kötü, gaddar, çirkin, zorba, doğru, deli olabilir. Hiç beklenmedik insanlar, beklenmedik bir anda; canavara, katile dönüşebilir. Ve de her isteyen, gönlüne ve vicdanına söz geçirebilirse “hani bin kere tövbesini bozmuş da olsa” demlenip, düzelebilir..
Anlamıyorum Bu eziyeti bize neden yapıyoruz
Bize kalmayacak bir dünya için mi? İnsanlar haykırıyor, hayvanlar, ağaçlar ağlıyor…
Doğanın yaşadığı krizden daha büyük bir savaş var içimizde; insanlığımızla ilgili.
Lafa gelince hepimizin mangalda kül bırakmadığı duyarlılığımız; bencillikle ve memnuniyetsiz bir görgüsüzlükle yer değiştirmiş durumda. Ve hepimizin umurunda! olduğunu zannettiğimiz umursamaz varlıklara dönüşmüşüz.
Geçmişimiz deprem, dünümüz yangın bugünümüz sel.
Hani bir klişe vardır ya “Deprem öldürmez; bina/tedbirsizlik öldürür” Şimdi nefes aldığımız dört bir köşenin, her tarafı doğal afetlerle! sarsılırken hangisini diğerinden ayırabiliriz ki!
Üç kuruşluk “paha”! uğruna bencillikle çalıyoruz hepimizin hayatından.
DEPREM Mİ?
99’dan bu yana acısı hiç mi geçmez. O gecenin sesleri hiç mi dinmez. Dinmez! Siz hiç sevdiklerinizin evini tüllerinden tanımaya çalıştınız mı? Yirmi küsur senedir, her gittiğim evde; sessizce usulca, evin terliklerini ezberlemeye çalışıyorum. Yarın öbür gün; evin tersi düzüne döner, karşımıza bir terlik çıkar. Enkazdan o terliklerle evi tanımamız gerekebilir diye. Bu nasıl bir çaresizliktir, yaşamadan bilemezsiniz..
CEHALET BİREYSEL BİR SORUN DEĞİLDİR.
Cahil insanlarız vesselam. Sosyal medyada duyarlı, gerçek hayatta sorumluluğuna sorumsuz insanlarız.
Unutuyoruz.
Hepimiz iyileriyle, kötüleriyle, doğru ve yanlışlarıyla tümümüz; birbirimize zimmetliyiz.
Biri saygısızlık yapıyorsa; bu hepimizin suçu. Çözümsüz, sessiz , ya da “kınamak”ta kaldığımız için.. Çözüm üretmeyip, devam ettiğimiz için..
Biz doymak bilmeyen bencilliğimizin kölesi olduğumuz müddetçe, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dediğimiz müddetçe; diğer tarafa gerek kalmadan o cehennemi elbirliği ile inşa etmeye devam ediyoruz.
Hiç bir şeyden memnun olmayan; memnuniyetsiz biz insanlara; hepimize, doğa çığlık çığlığa sesleniyor. “normalimi anormal yaptınız”
Oysaki; yetkin, olgun, bilinçli, ağırbaşlı, erişkin insanlar olabilmek için uğraş vermemiz gerekmiyor muydu? Kişisel hazları bencillikle dünyamızın merkezine, ilk sıraya ne zaman koyduk?
EY İNSANLIK ERDEMİ, SENİ KAYBETTİK.
Sana uymak yerine, kendimizi; egolarımız uğruna hunharca taciz ettiğimiz için çok utanıyorum. Ey güzel hayvanat; yeterince ilgi, şefkat, merhamet gösteremediğimiz, bir de üstüne zarar verdiğimiz için özür dilerim. Ey güzel doğam bizi affet. Daha kadına, çocuğa, yaşlıya; insana; insanca davranmayı “zül gören” bir garip mahlukat olmuşuz artık biz. Zaman ağustos.
- Hani insanın çok ağır acılar yaşasa da gözünde kalan, akamayan göz yaşı gibi.
- Ya da dediği gibi Can Yücel’in “Kursak diye bir yer var. Heveslerim, hayallerim, sevdiklerim. Hepsi orada…”
işte tam da öyle bir şey
Ağustos zamanı. Acıların en büyüklerini yaşadığımız aylardan.. Geçmişimiz deprem, arkamız yangın, önümüz sel..
Artık gerçekten insanlığımızı koruyabilmek ümidi ile.. Birimizin değil, hepimizin..
Nokta.
0 Comments